“Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Ada'nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum, öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”

― Sait Faik Abasıyanık, Son Kuşlar

Bu paragrafı defalarca okuyup, üzerine saatlerce konuşabilirim. Ağrılarını görmezden gelen bir hastanın, önce ilacından kaçıp sonra tedavisini kabul etmesi gibi...

Sait Faik şanslıymış; ilacını daha yaşarken bulabilmiş.

Ama herkes bu kadar şanslı olamıyor.

Yıllar geçerken peş peşe, içinden gelen çığlıklarla ruhunu yakan, yanarak göçüp giden insanlar var. Kimi merhemini bulamamış, bulsa da sürememiş yarasına. Cesaret edememiş, benden geçti demiş.

Ruhumuz bizimle konuşmaz pek. Bizim hiç bilmediğimiz dillerde anlatır kendini. Sessizdir, sabırlıdır. Bir tek canı yandığında yükselir sesi.

Bazen bir kadın o sesi duyar eline fırçayı alır, tuvale dokundurur adı Frida Kahlo olur.

Bir adam yumruğunu sıkar, ringde haykırır adı Muhammed Ali olur.

Kimi kalemi alır yazar, kimi sırt çantasını takar yollara düşer.

Ama ruhun ne diyeceği çoktur aslında.

Dinleyen için...

Eğer onu anladıysan; şanslısın.

Dilini ısır, kimseye söyleme. Sadece yap.

Ama hâlâ duyamadıysan, dur. Sessizleş… Cesaretin var biliyorum. Haydi, sor kendine:

Neyi yapmasan deli olurdun?