6 Şubat depreminden önceki cumartesi ve pazar günü “insan tanıma sanatı” konulu yeni bir eğitime katılmıştım, eğitim dolu dolu geçmişti. Eğitim veren kişiye Milli Eğitim Bakanlığı ile görüşülüp bu eğitimi bütün öğretmenler almalı diye önermiştim.

İlkokulda benimle hiç ilgilenmeyen öğretmenim, ikinci sınıfa okumayı öğrenmeden geçmemi sağladı, üstelik ikinci sınıfa geçtikten sonra herkesin içinde öğretmenime sınıfın penceresinden “Hala daha okuyamıyor mu? Diye benimle dalga geçmişti. O an içimden senin yüzünden okumaya geçemedim” demiştim.

Depremden önce aldığım bu eğitim sayesinde çocuk yaşında tespit ettiğim durumun çok doğru olduğunu anladım. “Karıncalarda ve arılarda olduğu gibi zekâ öğretime tabi tutulmadan irade ve gayret göstermeden tekamülün zirvesine çıkamaz” (Dr Alexis Carrel)

Her çocuğun öğrenme şekli farklıdır, okullarda tek bir anahtar ile birbirinden farklı kapılar açılmaya çalışılıyor. Bu anahtar ancak bir tanesine uyabilir, diğer kapıların giriş yerini tahriş eder.

Bir insan kendini tanıdıkça bilinç seviyesi artmaya başlar. Bu dünyadan gideli uzun yıllar olmasına rağmen Yunus Emre’nin şu sözü hala tüm kapıları açmakta, “İlim İlim bilmektir, İlim kendini bilmektir, sen kendini bilmezsen İlim ya nice okumaktır.” Kendini bilen, kimse ile dalga geçmez, kimseyi şaşkın ya da geri zekâlı diye tanımlayamaz, kendini gözden geçirir, kendini sorgular…

Bu çocuğa ‘niçin yetersiz kalıyorum, bu çocuğun zihin dünyasına nasıl ulaşabilirim’ diye. Anne ve babalar bu dünyadaki görevimizi hiç sorguluyor muyuz? Zihnimizin ne kadarını doğru ve güzel olan için işletiyoruz? Zihin seviyemizi nasıl arttırmalıyız? Ahlaki değerlerimizin farkında mıyız? Bir toplum için Ahlak seviyesinin yüksekliği mi önemli yoksa ekonomik seviye mi?