Saniyenin milyarda birini ölçen atom saatleri, zamanın hızla hareket eden bir roket içinde farklı, Dünya’da farklı aktığının incelendiği görelilik teorisi, zamanın akışını formüllerle yakalayan fizik…

Edebiyat için ise, ne saniyelere bölünecek bir ölçü, ne de grafiklere aktarılacak bir eğri olan zaman…

Bir annenin çocuğunu beklerken uzayan dakikalar, bir sevgilinin ayrılıktan sonra günlere sığdıramadığı özlem, dağınık ama yaşanana çok yakın, düzensiz…

Işık… Bilim bize onun saniyede 300 bin kilometre hızla gittiğini söyler. Bu hız sayesinde yıldızlardan gelen ışığı görürüz. Ama aynı bilim bize şu şaşırtıcı gerçeği de verir: Gökyüzünde gördüğümüz yıldızların bazıları aslında çoktan sönmüş olabilir; biz hâlâ onların milyonlarca yıl önce çıkmış ışığını izliyoruz.

Bu olgu edebiyat için başkadır: “Bazen geçmiş, geleceğe gecikmiş bir armağan gibi düşer.”

Teknoloji de bu zaman ikiliğini önümüze seriyor. Elimizdeki telefonlarla dünyanın öbür ucundaki biriyle saniyeler içinde konuşabiliyoruz. Bu, bilimin başarısı. Ama aynı telefon ekranında bir şiir okuduğumuzda, zaman bir anda duruyor. Bir dize, saniyeler içinde kalbimize dokunuyor. Bilim zamanı hızlandırıyor, edebiyat zamanı derinleştiriyor.

Doğaya bakalım. Bilimsel olarak bakıldığında bir ağacın ömrü, yıllarla ölçülür. Halkalarına bakarak yaşını hesaplayabiliriz. Ama edebiyat için ağaç, yalnızca yaşını değil, tanıklık ettiği hikâyeleri de taşır. Altında edilen duaları, yazılan ilk aşk mektuplarını, gölgesinde oynayan çocukların kahkahasını. Zaman burada biyolojiden çıkıp hatıraya dönüşür.

Günümüzün en büyük meselelerinden biri olan iklim değişikliği de zamanın iki yüzünü gösteriyor. Bilim diyor ki: Atmosferdeki karbon miktarı artıyor, yüzyılın sonunda sıcaklık 2 derece daha yükselecek. Veriler, rakamlar, projeksiyonlar… Hepsi kesin. Ama aynı manzarayı edebiyat şöyle anlatır: “Toprak, susuzluktan çatlamış dudaklarıyla su ister.” Bilim bize geleceğin tehlikesini gösterir; edebiyat, bugünün vicdanını harekete geçirir.

Bir anlığına Jules Verne’in romanlarını hatırlayın. Denizlerin altında gezen denizaltılar, gökyüzüne yükselen roketler, o dönem için hayaldi. Bugün mühendislik gerçeği. Mary Shelley’nin “Frankenstein”ı, insanın bilimi kullanarak kendi sınırlarını aşma arzusunu anlatmıştı. Bugün genetik mühendisliği, yapay zekâ ve biyoteknolojiyle aynı tartışmayı yaşıyoruz.

Kaymakam Cezaevindeki Üretimi Gördü
Kaymakam Cezaevindeki Üretimi Gördü
İçeriği Görüntüle

Bir şehir sahnesi düşünün. Akşam iş çıkışı, insanlar metroya koşuyor. Bilimsel olarak bakıldığında, bir kalabalık içindeki nabız artışlarını ölçebilirsiniz. Kortizol seviyeleri yükselir, stres hormonları devreye girer. Ama başka bir bakış açısıyla bu manzara, “zamanla yarışan bir kalabalığın birbirine çarparken bile görmediği yüzler”dir.

Biri ölçer, diğeri resmeder.

Aslında zamanın iki yüzü bize şunu hatırlatır: Hayat ne yalnızca denklemlerle anlaşılır, ne de yalnızca dizelerle. Birini yok sayarsak eksik kalırız. İnsanın bütünü için ikisine birden ihtiyaç var.

Bugün ışık örneğinde olduğu gibi, iki hakikati aynı anda bilmek zorundayız:

Biri der ki: Işık hızla gider.

Diğeri ise: Işık en küçük çatlağa bile sızar.

Biri aklımıza, diğeri kalbimize hitap eder.

Ve biz, bu iki dili birlikte konuştuğumuzda hayatı daha tam hissederiz.

Hız da önemlidir, umut da.

Sevgiyle Kalın…