Gündem

Kadına Yönelik Şiddetin Topluma Yansımaları

Bir toplumun aynası, en çok da kadınlara nasıl davrandığında kendini gösterir. Kadına yönelik şiddet ise yalnızca bireysel bir suç ya da aile içi bir mesele değildir; aksine toplumsal yapının derinliklerine yayılan, kuşaklar boyunca etkisini sürdüren ciddi bir sorundur. Çoğu zaman “özel alan” bahanesiyle görmezden gelinen bu şiddet türü, aslında kamusal hayatın tam merkezinde durur.

Kadına yönelik şiddet, her şeyden önce güven duygusunu zedeler. Sokakta, evde, iş yerinde ya da dijital ortamda kendini güvende hissetmeyen kadınlar, toplumsal hayata eşit ve özgür biçimde katılamaz. Bu durum yalnızca kadınların değil, toplumun tamamının hareket alanını daraltır. Çünkü bir toplumun yarısı korku ve baskı altında yaşarken, diğer yarısının gerçek anlamda özgür olması mümkün değildir.

Şiddetin topluma yansımalarından biri de normalleşme tehlikesidir. Sürekli maruz kalınan haberler, kullanılan dil ve bazı kalıp yargılar, şiddeti olağan bir durum gibi gösterme riskini taşır. “Neden oradaydı?”, “Neden sessiz kaldı?” gibi sorular, failin sorumluluğunu geri plana iterken, mağduru sorgulayan bir toplumsal refleksi besler. Bu refleks ise adalet duygusunu zayıflatır ve vicdani bir körlüğe yol açar.

Kadına yönelik şiddetin çocuklar üzerindeki etkisi de göz ardı edilemez. Şiddetin tanığı olan çocuklar, bunu bir iletişim biçimi olarak öğrenebilir ya da sürekli bir kaygı haliyle büyüyebilir. Bu durum, ilerleyen yıllarda hem bireysel ruh sağlığını hem de toplumsal ilişkileri olumsuz etkiler. Böylece şiddet, yalnızca bugünü değil, geleceği de şekillendirir.

Ekonomik ve sosyal açıdan bakıldığında da tablo kaygı vericidir. Şiddet gören kadınların eğitim ve çalışma hayatından kopması, üretkenliğin azalmasına ve yoksulluk döngüsünün derinleşmesine neden olur. Oysa kadınların eşit koşullarda var olabildiği toplumlar, daha adil, daha yaratıcı ve daha güçlü yapılara sahiptir. Şiddet ise bu potansiyeli sistemli biçimde baltalar.

Medya ve dil kullanımı da bu meselenin önemli bir parçasıdır. Sansasyonel başlıklar, şiddeti meşrulaştıran ifadeler ya da mağdurun hayatını didikleyen anlatımlar, toplumsal duyarlılığı artırmak yerine köreltebilir. Oysa sorumlu bir dil, farkındalığın en güçlü araçlarından biridir. Şiddeti yeniden üretmeyen, aksine sorgulayan bir anlatı, toplumsal dönüşümün kapısını aralar.

Sonuç olarak kadına yönelik şiddet, yalnızca bireysel trajedilerin toplamı değildir; hukuktan eğitime, ekonomiden kültüre kadar her alanı etkileyen yapısal bir sorundur. Bu nedenle çözümü de yalnızca bireysel tepkilerde değil, toplumsal bir yüzleşmede yatar. Sessiz kalmamak, doğru dili kullanmak ve eşitliği temel alan bir kültürü savunmak, bu yansımaları değiştirebilecek en güçlü adımlardır.

Çünkü bir toplum, şiddeti ne kadar tolere ediyorsa, adaleti de o kadar kaybeder.